14 Mayıs 2009 Perşembe

Yolcu

Nehirler Aka Aka
YOLCU

Görüyorum ki, bir an önce varmak istiyorsun oraya. Gerginsin
kıpır kıpırsın, soluk soluğasın, yay gibisin ey yolcu
coşkunluğun ne güzel, öfken ne guzel
Sana selam, sana saygı
ey yolcu

Fakat düşündün mü yolunun uzunluğunu?
Neler var yolunun üstünde, düşündün mü?
Koşar-adim aşabilecek misin şu dağı, geçebilecek misin
bu hızla şu beli, tırmanabilecek misin bu solukla şu sırtı ?
Ovada dikenler yollara uçmuştur, kuru dereleri seller basmıştır,
kar yağmıştır belki o tepelere ? Böyle, uçar gibi geçip
gidebilecek misin oralardan, hemen varabilecek misin oraya ?
Belki sırtlanlar üşüşmüştür leşlere, kuzgunlar tutmuştur belki yolları.
Belki silinmiştir ayak izleri yolcuların.
Bütün bunları düşündün mü ey yolcu ? çünkü sen, ne ilk yolcususun
bu yolun, ne de son.

Derim ki sana :
Nehirler boyu git
Nerelerde ve niçin durgundur nehirler,
nerelerde ve niçin hırçındır nehirler,
nerelerde ve niçin mendereslidir,
nerelerde ve niçin çağlayanlı ve de çavlanlıdır nehirler,
gözlerinle gör, duy kulaklarınla
Gör ve duy ki, nasıl varır nehirler denizlere

Derim ki sana :
Denize varmaktır amacı nehrin, denize varmak, ey yolcu
Büyükse dağ, aşamıyorsa üstünden nehir, dolanır çevresini dağın.
Büyükse kaya, sokup atamıyorsa nehir, birikip birikip taşar
üstünden, dolanır yanını yöresini. Yokuşsa yolu, koşamıyorsa
menderesler çizer nehir. uçurum çıkarsa önüne, kapıp bırakır kendini
nehir, acar kanatlarını; varır varacağı yere, oraya denize

Derim ki sana :
Nehirler boyu git ve gör nehirlerin nasıl yol aldıklarını
sen de bir nehirsin ey yolcu
Senin de varmak istediğin bir yer var
Gerçekten varmak istiyorsan oraya, nehirlere iyi bak
Engeller
nasıl aşılır, öğren nehirlerden
Yari yolda yok olup gitmek değildir
amaç, nehirler gibi akıp, nehirler gibi ulaşmaktır oraya
Varmaktır oraya, ey yolcu

Derim ki sana :
iyi oku yolunu, avucunun içi gibi bil
Dizlerini, ciğerlerini,
yüreğini sıkı tut, iyi dengele
Ovada koşar gibi vurma kendini
dik yokuşlara
uçuruma atlar gibi bindirme kayalara
diye alkış tutanlara kanıp da, kesilip
kalma yarı yolda
Dipdiri varmalısın oraya
Hız koşuşu değil bu,
ey yolcu, engelli koşudur bu
Engelleri asa asa, gücünü koruya
koruya varmalısın oraya
çünkü oraya varmaktır amacın, koşmak değil
Boşuna sevmedim nehirleri
Aktıkça büyümesi boşuna değil
nehirlerin
Akan buyur, ey yolcu
“ erişir menzil-i maksuduna aheste giden” demiyorum ben sana,
“tiz reftar olanın payine damen dolaşır” demiyorum. Böyle
demiyor çünkü nehirler. Duracaksın, dolacaksın, atlayacaksın,
aşacaksın, koşacaksın ve varacaksın oraya, diyor nehirler.
Öyle diyorum ben de
Beni dinle, beni anla ey yolcu

adım adım
kulaç kulaç
ilerliyor nehir
yoklayıp
araştırarak
tartıp
dengeleyerek
adım adım
pençe pençe
ilerliyor nehir
birdenbire koçbaşı
birdenbire ipek bir çarşaf
ve balıklar kurbağalar yosunlar
köprüler ve yoksul değirmenleri bozkırın
birdenbire bir uğultu
birdenbire bir kıyamet
bindirip
çekilerek
çekilip
toparlanarak
varıyor cüceleşip
devleşerek
varıyor
nehirlerce kahkalarla

şarkılar söylemeliyim
nehirler gibi uzun
nehirler gibi kollu
nehirler gibi hırçın
ve yumuşak
ve nehirler gibi
dur
durak bilmeyen şarkılar söylemeliyim

gitmek
nehirlerle yan yana
gitmek
nehirler gibi zor
nehirler gibi çetin
nehirler gibi umutlu
gitmek
nehirlerden de öteye
oraya
taaa oraya
o büyük kurtuluşa
yüreğim
yaralı kuşum
topla ve aç kanatlarını

Hasan Hüseyin KORKMAZGİL

24 Nisan 2009 Cuma

Ne yapılabilir? Yazgım benden daha güçlü.


Ne yapılabilir? Yazgım benden daha güçlü.

İnsan hayatta edindiği bu deneyimlerle, tekrar dünyaya gelip yaşantısına çeki düzen verebilseydi ne iyi olurdu! Ama hangi yaşantı! Acaba benim elimde mi? Ne yararı var? Kör ve korkunç bir kuvvet başımızda dolaşıyor. Bunlar öyle kimseler ki, uğursuz bir yıldız onların alın yazılarını yazıyor. Onun yükü altında ezilip ufalanıyorlar ve ufalanmak istiyorlar…

Artık ne arzum kaldı, ne de kinim. İçimdeki insanı yitirdim. Kaybolsun diye de bir yere bırakıverdim. Hayatta insan ya melek olmalı, ya doğru dürüst insan, ya da hayvan. Ben onlardan hiçbiri olmadım. Hayatım ebediyen kayboldu. Ben bencil, acemi ve zavallı olarak dünyaya gelmiştim. Şimdi artık geri dönüp, başka bir yolu seçmem imkansız. Bundan böyle anlamsız gölgelerin peşinden gidemem. Yaşamla yaka paça olamam, güreş tutamam. Sizler, gerçekte yaşadığınızı zannediyorsunuz. Elinizde hangi sağlam kanıt ve mantık var? Ben artık ne bağışlamak, ne bağışlanmak, ne sola, ne de sağa gitmek istiyorum. Gözlerimi geleceğe kapayıp, geçmişi unutmak istiyorum.

Hayır, kendi yazgımdan kaçamam. Başıma gelen bu delice düşünceler, bu duygular, bu gelip geçici hayaller bir gerçek değil midir? Her ne olursa olsun, benim mantıklı düşüncelerime göre, bunlar daha doğal ve daha az yapmacık geliyor. Özgür olduğumu zannediyorum. Fakat alınyazım önünde en ufak bir direnme gösteremiyorum. Dizginlerim onun elinde. Beni o yana bu yana çeken odur.

Alçaklık, hayatın alçaklığı! Ne elinden kaçabiliyorlar, ne bağırabiliyorlar. Ahmak hayat!

Sadık Hidayet (Aylak Köpek'den)

20 Nisan 2009 Pazartesi

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.



Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede
Yeldeki ve batı ayındaki adamla;
Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler
Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;
Delirseler de uslu olacaklardır her zaman
Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;
Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Kıvrımları altında denizin
Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;
Kıvranıp işkence aletleri üstünde
Adaleleri çözülünceye dek
Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler
Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,
Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları
Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Martılar ağlamayacak artık kulaklarına
Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;
Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek
Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;
Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,
Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,
Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,
Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.
Dylan Thomas

17 Nisan 2009 Cuma

'Dinle Küçük Adam'


Sana kendi içimdeki küçük adamı anlatmakla işe başlayacağım... ...

Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük genaralleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde varolan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez. Sana kendi içimdeki küçük adamı anlatmakla işe başlayacağım: Tam tamına yirmi beş yıl boyunca- senin bu dünyada mutlu olmayı hakettiğini savundum, kendine ait olan şeyi savunma yetisinden yoksun olmakla suçladım seni, sonra Paris ve Viyana barikatlarındaki kanlı çarpışmalarda, Amerika'daki köleliğin kaldırılması savaşında yada Rus devrimi'nde elde ettiklerine sahip çıkamamakla suçladım. Paris'teki savaşının sonu Pétain ve Laval'e, Viyana savaşının sonu Hitler'e, Rusya'daki savaşının sonuysa Stalin'e vardı, Amerika'daki savaşının sonuysa Ku-Klux-Klan yönetimine varabildi. Özgürlüğü, kendin ve başkaları adına korumak, ona bekçilik etmektense kazanmak gerektiğini ve de bunu sağlamanın yolunu pekala bilirdin sen. Ben, bu gerçeği epeydir biliyordum. Ancak, her seferinde çalışıp didinip bir bataklıktan çıkmayı başardıktan sonra hemen başka bir bataklığa saplanmanın nedenini anlayamıyordum. Sonra yavaş yavaş ve el yordamıyla, seni köle yapan şeyin ne olduğunu buldum: SEN KENDİ KENDİNİ KÖLELİĞE MAHKUM EDİYORSUN.
Bunu bilmiyordun, değil mi? Kurtarıcıların, seni baskı altında tutanların, Wilhelm, Nikolaus, Yirmisekizinci Papa Gregory, Morgan, Krupp ya da Ford olduğunu söylüyorlar. 'Kurtarıcıların'ın adına da, Mussolini, Napolyon, Hitler, Stalin, Troçki deniyor. Bak ben ne diyorum: Senden başka hiç kimse senin kurtarıcın olamaz!
Artık tek bir efendinin sadık kölesi olmaktan kurtulup, önüne gelenin, herkesin kölesi olmak için, insan önce bir sömürücüyü diyelim, Çarı ortadan kaldırmalıdır. Devrimci güdülerin ve büyük bir özgürlük idealin olmaksızın böylesi bir siyasal suç işleyemezsin. Bu durumda, kişi, diyelim İsa, Marx, Lincoln ya da Lenin gibi gerçekten büyük bir adamın önderliğinde bir devrimci özgürlük partisi kurar. Gerçekten büyük olan bu adam senin özgürlüğünü son derece ciddiye alır. İşlerini kolaylaştırmak için çevresine küçük adamlar, yardımcılar, getir-götürcüler toplamak zorundadır, çünkü bu büyük işi tek başına yürütemez. Üstelik, çevresine küçük büyük adamlar toplamazsa, sen onu anlamaz, bir kenara iter, adam yerine koymazsın. Bir sürü küçük büyük adamla çevrilmiş olarak, senin adına güçler ve yetkiler ele geçirir, ya da bir damla hakikat, ya da yeni, daha iyi bir inanç bulur sana. Sayfalar dolusu söylevler yazar, özgürlük yasaları, vb. şeyler yazar, kendisini ayakta tutacak olan senin yardımın ve ciddiliğindir. İçinde bulunduğun toplumsal bataklıktan çıkarır seni. Birçok küçük büyük adamı bir arada tutabilmek, senin güvenini yitirmemek için gerçekten büyük olan bir adam, derin bir aydın yalnızlığı içinde, senden ve gürültü patırtıdan uzak ama aynı zamanda senin yaşamınla yakın bir ilişki içinde, elde edebildiği büyüklüğünden her gün bir parça vermek, özveride bulunmak zorundadır. Sana 'öncü'lük edebilmek için, senin onu erişilmez bir tanrıya dönüştürmene göz yummak zorundadır. Olduğu gibi, sade bir insan olarak kalsa, diyelim, elinde evlenme cüzdanı olmadığı halde bir kadını sevebilen bir adam olsa, ona güvenmezsin çünkü, onu olağandışı bir insan olarak görmek istersin. Böylece, sen, kendi ellerinle, yeni efendini ortaya çıkarmış olursun. Kendisine yeni efendi rolü verilmiş büyük adam büyüklüğünü yitirir, çünkü bu büyüklük, onun sözünü sakınmazlığından, sadeliğinden, yürekliliğinden ve yaşamla arasındaki gerçek ilişkiden gelmekteydi. Büyüklüklerini büyük adamdan sağlamış olan küçük büyük adamlar, maliye, dışişleri, hükümet, bilim ve sanat alanlarında büyük görevlere atanırken sen olduğun yerde, yani bataklıkta kalırsın. Bir, 'mutlu gelecek' yada bir 'Üçüncü Reich' uğruna pılı pırtı içinde dolaşmayı sürdürürsün. Damları samanla örtülü, duvarları tezekle sıvalı pis evlerde yaşamayı sürdürürsün. Gerçi kültür sarayınla övünmektesin. Dilediğince çekip çevirdiğin, dilediğin biçime soktuğun 'yanılsama'dan hoşnutsun şimdilik- ancak, senin bu egemenliğin, bir dahaki savaşa ve yeni efendilerinin koltuklarını yitirmesine dek sürecektir. Bu küçük adamlar, saraylardan, malikanelerden değil, senin saflarından gelmektedirler. Onlar da senin gibi acı ve açlık çektiler. Üstelik, sana bir yığın söz söyleyerek, senin ve yaşamının, ailenin ve çocuklarının birer hiç olduğunu anlatıyorlar, aptal, köleliğe elverişli ve başkalarının kullanacağı birer insan olduğunuzu söylüyorlar. Size kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaat ediyorlar. Size özgüven değil, devlete saygı, bireysel büyüklük değil, ulusal büyüklük vaat ediyorlar. Sense olnlara 'Kurtarıcılar' diyorsun, 'Yeni Kurtarıcılar' ve bağırıyorsun: 'Heil! Heil! ' 'Viva! Viva! ' 'Yaşaa! Yaşşaa! '
Wilhelm Reich-Dinle Küçük Adam 1946

25 Mart 2009 Çarşamba

çürümenin kitabından

Aslında her fikir yansızdır, ya da öyle olmalıdır; ama insan onu canlandırır, alevlerini ve cinnetlerini yansıtır ona; saflığını yitirmiş, inanca dönüştürülmüş fikir, zaman içindeki yerini alır, bir olay çehresine bürünür: Mantıktan sara hastalığına geçiş tamamlanmış olur... İdeolojiler, doktrinler ve kanlı şakalar böyle doğar.
İçgüdüsel olarak putlara taptığımızdan, düşlerimizin ve çıkarlarımızın nesnelerini kayıtsız şartsız şeyler haline getiririz. Tarih, bir Sahte Mutlaklar Geçidi'nden, bahaneler adına dikilmiş bir tapınaklar dizisinden, zihnin Gayri Muhtemel önünde küçülmesinden ibarettir. Dinden uzaklaştığında bile insan dine tâbi kalır; bütün çabasıyla tanrı benzerleri yaratır, sonra da benimser bunları ateşlilikle: İçindeki kurgu ihtiyacı, mitoloji ihtiyacı, apaçık gerçeğin ve gülünçlüğün üstesinden gelir. Bütün cinayetlerinin sorumluluğu tapma gücündedir: Bir tanrıyı yakışıksızca seven kişi, başkalarını da onu sevmeye zorlar, buna razı olmazlarsa onları yok etmeye de hazırdır.

Hiçbir hoşgörüsüzlük, ideolojik taviz vermezlik veya din yayıcılığı yoktur ki, şevkin hayvanî temelini açığa vurmasın. Hele insan ilgisizlik melekesi'ni bir yitirsin: Potansiyel bir katil haline gelir. Hele fikrini tanrıya dönüştürsün: Bunun sonuçları sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bir tanrı ya da tanrı taklitleri adına insan öldürülür: Akıl Tanrıçası'nın, ulus, sınıf ya da ırk fikrinin yol açtığı aşırılıklar Engizisyon'un ya da Reform'un-kilerle akrabadır. Kanlı marifetler konusunda coşku dönemlerinin üzerine yoktur: Azize Tereza ancak yakılan insanlarla çağdaş olabilirdi, Luther de köylü katliamlarıyla... Mistik krizlerde, kurban iniltileriyle vecd iniltileri birbirine paraleldir... Darağaçları, zındanlar, hücreler, ancak bir imanın gölgesinde çoğalır – ruhu hepten sarmış olan o inanma ihtiyacının gölgesinde. Bir doğruyu, kendi doğrusunu elinde bulunduran kişinin yanında şeytan bile epey soluk kalır. Neronlar'a, Tiberiuslar'a karşı adaletsiz davranıyoruz: Ayrılıkçılık kavramını hiç de onlar icat etmemiştir: Katliamlarla kendini oyalayan, çığrından çıkmış hayalciler olmuşlardır sadece. Hakikî katiller, dinî veya siyasî düzeyde bir ortodoksluk kuranlardır; mümin ile mezhep sapkını arasında ayrım yapanlardır.
Fikirlerin birbirinin yerine geçebildiğini kabullenmemekte ısrar edilince, kan akar... Kesin kararların altından bir hançer yükselir; alevli gözler cinayet habercisidir. Hamlet'ten etkilenmiş mütereddit bir ruh asla zarara yol açmamıştır: Kötülüğün ilkesi irade gerilimindedir, huzuru yaşayamamaktadır; tıka basa ideallerle dolu, kanaatlerinin ağırlığı altında patlayan ve şüpheyle tembelliği –bütün faziletlerinden daha soylu zaafları– alaya almakla gönül eğlemiş olduğu için, mahvolduğu bir yola, tarihe, o densiz sıradanlık ve kıyamet karışımına girmiş olan bir ırkın Prometheus'vâri megalomanisindedir... Orada kesinlikler çoktur: Bunları kaldırın, özellikle de sonuçlarını kaldırın: Cenneti yeniden kurarsınız. Düşüş, bir doğrunun peşine takılma ve onu bulmuş olmaktan emin olma değilse; bir dogma için duyulan tutku, bir dogmanın içine yerleşme değilse nedir? Bundan fanatizm doğar –insana işgörür olma, peygamberlik yapma ve terör zevkini veren temel kusur–, o lirik cüzzam aracılığıyla ruhlara bulaşır, boyun eğdirir; onları ezer ya da taşkınlaştırır... Bunun elinden bir tek kuşkucular kurtulur (ya da miskinler ve estetler), çünkü hiçbir şey önermezler, çünkü –insanlığın hakikî velinimetleri olan onlar– tarafgirlikleri yok eder ve içlerindeki sayıklamayı tahlil ederler. Bir Pyrrhon'un(*) yanında, kendimi bir Aziz Paulus'un yanında olduğundan daha güvenlikte hissederim; nüktedan bir bilgeliğin, zincirinden boşanmış bir azizlikten daha yumuşak olması nedeniyle... Ateşli bir ruhta, kılık değiştirmiş bir avcı hayvan bulunur; kişi, bir peygamberin pençelerinden kolay kolay kurtulamaz... İster sema adına, ister site veya başka bahaneler adına sesini yükselttiğinde, uzaklaşın ondan: Yalnızlığınızın satiridir, onun hakikatlerinin ve taşkınlıklarının berisinde yaşamanızı affetmez; histerisini, varını yoğunu onunla paylaşmanızı ister; bunu size dayatmak ve sizi tanınmaz hale getirmek ister. Bir inanç tarafından ele geçirilip onu ötekilere iletmeye çalışmayan insan, selâmet saplantısının hayatı soluksuz bıraktığı bir yer olan yeryüzüne yabancı bir olaydır. Etrafınıza bakın: Her tarafta vaaz veren solucanlar; her kurum bir misyonu dile getirir; tapınaklar gibi belediyelerin de mutlakları vardır; yönetimin ise yönetmelikleri – maymunların kullanımına yönelik metafizik... Hepsi de bütün insanların yaşamına çare bulmaya çabalar: Dilenciler ve şifasız hastalar bile buna can atarlar: Dünya kaldırımları ve hastaneler reformcularla dolup taşar. Olay kaynağı haline gelme isteği, her birinin üzerine zihinsel bir karışıklık, ya da kişinin kendi istediği bir lânet gibi etki eder. Toplum – bir kurtarıcılar cehennemi! Diogenes'in elinde lambasıyla aradığı, ilgisiz biriydi...
Birisinin idealden, gelecekten, felsefeden içten bir şekilde söz ettiğini, emin bir ses tonuyla "biz" dediğini, "diğerleri"ni andığını duymam; kendini onların tercümanı olarak gördüğüne şahit olmam onu kendime düşman görmem için yeterlidir. Onda bir tiran müsveddesi, aşağı yukarı bir cellat görürüm; tiranlar kadar, büyük cellatlar kadar nefrete müstahaktır. Her imanın bir tür terör icra etmesindendir bu; ve bunu yerine getirenin "saflar" olması, olayı daha da ürkütücü hale getirir. Kurnazlara, düzenbazlara, zirzoplara güvenilmez; halbuki tarihteki hiçbir büyük kargaşa onlara isnat edilemezdi; hiçbir şeye inanmadıkları için ne yüreklerinize ne de artdüşüncelerinize karışırlar; sizi kendi gevşekliğinizin, ümitsizliğinizin ya da yararsızlığınızın eline bırakırlar; insanlık yaşadığı azıcık refah anlarını onlara borçludur: Fanatiklerin işkence ettiği ve "idealistler"in batırdığı halkları kurtaran onlardır. Doktrinsizdirler, sadece kaprisleri ve çıkarları vardır; ilkeli despotizmin yol açtığı yıkımlardan bin kere daha dayanılır olan uyumlu zaaflardır bunlar. Zira hayattaki bütün kötülükler bir "hayat anlayışı"ndan ileri gelir. Olgunlaşmış bir siyaset adamı, eski Sofistler'in çalışmalarını derinleştirmeli ve şan dersleri almalıdır; – bir de yolsuzluk dersleri...
Fanatik ise yolsuzluğa kapılmaz: Bir fikir uğruna öldürüyorsa, onun için pekâlâ ölebilir de; her iki durumda da, tiran veya şehit de olsa, bir canavardır. Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar. Acı, güç iştahını azaltmak şöyle dursun, onu azdırır; zihin de kendini bir soytarının meclisinde bir kurbanınkinden daha rahat hisseder; onu, bir fikir için ölünen gösteriden daha fazla tiksindiren hiçbir şey yoktur... Yücelik ve kan dökmeden bıkıp usandığı için, evrenle eş düzeyde bir taşra sıkıntısının; şüphenin bir olay ve ümidin bir musibet gibi görüneceği değişmezlikte bir Tarih'in hayalini kurar...
(*) Kuşkuculuk okulunun M।Ö. 365-275 yıllarında yaşamış olan kurucusu.

एमिले मिचेल cioran

8 Mart 2009 Pazar

sonu olmayana dair


Daha sürüklenip acı çekmezden önce öğrendi
payına düşen dalganın gözden çıkarılmış olduğunu;
yükseldi dalgası denizde ve salladı, burcunu
bir peçenin ardından izlediği beşiğini.

gelgelelim çaresizlikten sığındığında geceye,
yedi taştan yedi ekmek doğdu;
o , daldı tatlı kokulara ve kırıntılar serpti
giderken herşeyini yitirmişlere.....


hatırla! çok iyi bilmektesin artık:
her kim ki sadıktır, yuvasına kavuşur ilk ışıklarla....

Ingeborg BACHMANN

gün geceye kavuşurken köpek ulumaları doldurdu boşluğu;geceye fırlatılan her çığlığın karşılıksız çıkacağını bilmelerine rağmen gecenin sessiz senfonisini anlamsız bir kakafoniye dönüştürüyorlardı.gecenin son karanlığında sokaklar arşınlıyorum;soğuk bedenime işlerken adımlarımı sıklaştırıyor geceye yürüyorum durmadan yürüyorum ve hiçbir yere varamıyorum .....

akıntıyakarşiakıntınıniçinde

4 Şubat 2009 Çarşamba

Niteliksiz Adam

İnsan açık kapılardan iyi geçmek isterse eğer, bu kapıların çerçevelerinin sağlam olmasına dikkat etmek zorundadır: Yaşlı profesörün yaşamına hep rehber edinmiş olduğu bu temel ilke, sadece gerçeklik duygusunun bir gereğidir. Ama eğer gerçeklik duygusu diye bir şey varsa -ki böyle bir duygunun varolma gerekçesinden kimse kuşku duymayacaktır-, o zaman olasılık duygusu diye adlandırılabilecek bir şeyin de varolması gerekir.
Bu duyguya sahip olan örneğin şöyle demez: Burada şu veya bu oldu, olacak, olmak zorunda; fakat buluşculuğunu konuşturur: Burada olabilir, olmalıdır, olmak zorundadır; ve ona herhangi bir şeyin nasıl olduğu açıklandığında, o zaman şöyle düşünür: Evet ama, bu herhalde başka türlü de olabilirdi. Bu yüzden olasılık duygusu, olabilecek başka her şeyi de düşünme ve olanı olmayandan daha çok önemsememe yeteneği diye tanımlanabilir. Görüldüğü gibi, bu türden yaratıcı bir yetinin sonuçları dikkate değer olabilir ve ne yazık ki, bu sonuçların insanların hayranlık duydukları şeylerin yanlış, yasakladıklarının ise yapılabilir olduğunu veya ikisinin de bir önem taşımadığını göstermesi ender değildir. Böyle olasılık insanları, hep söylendiği gibi, daha ince bir dokuda, sislerden, hayallerden, rüyalardan ve isteme kiplerinden örülü bir dokuda yaşarlar; bu eğilimde olan çocuklar eğilimlerinden ısrarla uzaklaştırılır ve onların önünde bu türlü insanlar hayalperest, uyanıkken rüya gören, zayıf, çokbilmiş veya her şeye itiraz edenler diye nitelendirilir. Övülmek istendiklerinde, bu kaçıkların idealistler diye adlandırıldıkları da olur, ama görünüşe bakılırsa bütün bunlarla sadece onların gerçekliği kavrayamayan ya da ondan yakınarak kaçan, yani gerçeklik duygusunun olmayışının hakikaten bir eksiklik niteliğini taşıdığı zayıf tutumları dile getirilir. Oysa olasılık yalnızca sinirleri zayıf kişilerin düşlerini değil, fakat Tanrının henüz uyanmamış düşlerini kapsar. Olası bir yaşantı veya olası bir hakikat, eşittir gerçek yaşantı ve hakikat eksi onun ‘gerçeklik değer’i demek olmayıp,-en azından yandaşlarının düşüncesine göre,- içinde çok tanrısal bir yan, bir ateş, bir kanatlanma, bir inşa iradesi ve gerçeklikten ürkmeyen, ama gerçekliği bir görev ve yerine getirilecek bir buluş olarak da ele alan, bilinçli bir ütopizmi de içerir. Sonuçta yeryüzü hiç de yaşlı değildir ve görüldüğü kadarıyla barındırdığı koşullar hiçbir zaman bu denli elverişli olmamıştır. Şimdi, gerçeklik duygusunun insanları ile olasılık duygusunun insanları arasında bir ayrım yapılmak istendiğinde, yalnızca belli bir miktar parayı düşünmek yeterlidir. Örneğin bin markın olasılıklar bağlamında içerdiği her şey, insan bu paraya sahip olsun ya da olmasın o bin markın içindedir; bu paranın Bay Ben’in veya Bay Sen’in elinde bulunması olgusu, bir güle ya da bir kadına fazladan ne getirirse, o paraya da o kadar getirir. Fakat, derler gerçeklik duygusu insanları, bir kaçık bu parayı çorabına saklarken becerikli biri onunla bir şeyler yapar; bir kadının güzelliği bile, o kadına sahip olana göre, yadsınamaz bir biçimde bir şeyler kazanır veya yitirir. Olasılıkları uyandıran, gerçekliktir ve bunu yadsımaktan daha ters bir şey düşünülemez. Buna karşın toplam veya ortalama olarak, yinelenen olasılıklar hep aynı kalacaktır, ta ki gerçek bir şeyi düşünülenden daha çok önemsemeyen bir insan ortaya çıkana kadar. Yeni olasılıklara anlamını kazandıran ve onların yolunu çizen, bu insandır ve o olasılıkları yine bu insan uyandırır. Ancak böyle bir adam açık ve seçik bir önerme olmaktan çok uzaktır. Düşünceleri, tembel bir beynin saçmalıkları olmamak koşuluyla, henüz doğmamış gerçekliklerden başkaca bir şey olmadığından, elbet onun da gerçeklik duygusu vardır; ama böylesi, olası gerçekliğe ilişkin bir duygudur ve insanların çoğunun kendi gerçekliklerine uygun düşen duygularında çok daha ağır bir tempoyla hedefe varır.
Bu insan ormanı, ötekiler ise ağaçları ister; ve ağaçlar şu kadar metreyle belirlenmiş nitelik anlamına gelirken, orman çok zor anlatılabilen bir şeydir.
Veya durum başka türlü daha iyi dile getirilebilir; sıradan gerçeklik duygusuna sahip olan adam iğneye atlayan ve oltanın ipini görmeyen bir balığa benzerken, olasılık duygusu diye de adlandırılabilecek gerçeklik duygusuna sahip adam, ucunda bir yem bulunup bulunmadığından habersiz, oltanın ipini su boyunca çekip götüren kişidir. Bu kişide, yemi ısıran yaşam karşısındaki olağanüstü umursamazlığın öteki ucunda bütünüyle uçuk işler yapabilme tehlikesi yer alır. Pratik olmaktan uzak bir adam – yalnızca öyle görünmez, gerçekten de öyledir-, insanlarla olan ilişkilerde güvenilmez ve ne yapacağı önceden kestirilemez olarak kalır. O, kendisi için başkaları için olduğundan daha farklı anlamlar taşıyan eylemlerde bulunacaktır, ama olağanüstü bir düşüncenin kalıbında özetlenebildiği sürece her konuda yatışabilecektir. Ve ayrıca tutarlı olmaktan henüz çok uzaktır. Örneğin bir başkasının zarar görmesine neden olan bir suçun ona sorumluluğun suçluya değil, fakat toplumun düzenine ait olduğu kusurlu bir edim diye gözükmesi rahatlıkla olasıdır. Buna karşılık tartışmalı olan nokta, kendi hedef olduğu bir tokadın ona toplumun bir ayıbı gibi ya da en azından bir köpeğin ısırması kadar kişisel olmaktan uzak gelip gelmeyeceğidir; böyle bir durumda herhalde önce tokada karşılık verecek ve ondan sonra bunu yapmaması gerektiği düşüncesine sahip olacaktır. Bundan da öte, bir sevdiği elinden alındığında, halihazırda bu olayın gerçekliğine bütünüyle sırt çevirecek ve zararını şaşırtıcı, yeni bir duyguyla giderebilecek durumda da değildir. Bu gelişme şimdilik oluşum evresindedir ve insan teki için hem bir zaaf, hem de bir güç anlamını taşımaktadır. Ve niteliklere sahip olma, o niteliklerin gerçekliğinden belli ölçüde mutluluk duymayı koşul kıldığından, bu durum kendi kendisine karşıda gerçeklik duygusu sergileyemeyen birinin, günün birinde yine kendi kendisine ansızın nasıl niteliksiz bir adam olarak görünebileceğini kuşbakışı görebilmeyi olanaklı kılmaktadır
Robert Musil

2 Şubat 2009 Pazartesi

yitik bir an'a dair


"öznelliğin yoğunlaşması , onun güncel çöküşüne doğrudan bir yanıtsa da , nihayetin de bu çöküşü hızlandırmaya yarar.zedelenmiş özneye aynısının daha fazlasını önerir.insan ilişkileri ve deneyiminin yitirilmesi (nesnel olarak) bunların peşine düşmekle kolaylaştırılır.(uyuşturucularla tamamlanan) öznellik kültü hoşnutları bizzat yaşam uğruna (hem mecaz hem de gerçek anlamıyla) kendi ölümlerini içecek şekilde uyuşturur."
belleğini yitiren toplum adlı eserden russel jakoby

" eski hayatlar , gümüş tabanlarına basarak geçip gidiyorlar
ve lanetlilerin gölgeleri , dertli dertli iç çeken suların kıyısına iniyor."

kasvetli bir geceyi daha tüketirken ne bir ses ne bir bakış soğuk içime işlemeye başlıyor yalnızlık eşiğini aşıp hiçliğe doğru yol alırken...rüzgar beni de o dipsiz kuyuya doğru sürüklüyor.lanetli bir gökyüzünde savrulurken yazgının o uğursuz oklarının beni bulduğu an'ı anımsamaya çalışıyorum ; meçhul bir karanlığı soluklanırken....

akintiyakarşiakintinicinde

15 Ocak 2009 Perşembe

ÖLÜM FÜGÜ

ÖLÜM FÜGÜ

Siyah sütünü içiyoruz sabahın akşam saatlerinde
onu içiyoruz öğle sabah demeden hep onu geceleri
içiyor habire içiyoruz
bir mezar kazıyoruz gökyüzüne dar gelmeyecek
adamın teki bir evde yılanlarla oynuyor yazıp çiziyor
Almanya'ya yazıyor karanlık çöktüğü vakit altın saçın
Margarete
Onu yazıp evin önüne çıkıyor ıslıkla köpüklerini çağırıyor
yıldızlar çakınca
Yahudilerini çağırıyor toprağa bir mezar kazsınlar diye
buyruklar yağdırıyor bize çalıp oynamamız için

Siyah sütünü içiyoruz sabahın gece saatlerinde seni
hep seni içiyoruz sabah öğle demeden hep seni aksamları
içiyoruz habire içiyoruz
adamın teki bir evde yılanlarla oynuyor yazıp çiziyor
Almanya'ya yazıyor karanlık çöktüğü vakit altın saçın
Margarete
külden saçın Sulamith bir mezar kazıyoruz
gökyüzüne dar gelmeyecek
Bağırıyor içinizden biri daha derin kazsın toprağı ötekiler şarkı
Söylesin oynasın
çekiyor belindeki silahı havada savuruyor gözleri mavi
daha derine daldırsın küreği içinizden biri ötekiler devam etsin
dansa

Siyah sütünü içiyor sabahın gece saatlerinde seni
hep seni içiyoruz sabah öğle demeden hep seni geceleri
içiyoruz habere içiyoruz
adamın teki bir evde oturuyor altın saçın Margarete
külden saçın Sulamith o yılanlarla oynuyor

Bağırıyor daha tatlı çalın diye ölümü Alman bir ustadır ölüm
bağırıyor daha karanlık çalın kemanlarınızı sonra duman olup
savrulun havaya
sonra mezarınız olsun bulutlarda dar gelmeyecek

Siyah sütünü içiyor sabahın gece saatlerinde seni
öğleyin seni içiyoruz Alman bir ustadır ölüm
aksam sabah seni içiyoruz habire içiyoruz
Alman bir ustadır ölüm gözleri mavi
Seni kurşunluyor tam onikiden vuruyor seni
adamın teki bir evde oturuyor altın saçın Margarete
köpeklerini üstümüze saldırtıyor ve gökyüzünde bir mezar
armağan ediyor bize
yılanlarıyla oynayıp düş kuruyor Alman bir ustadır ölüm

Çev: Gertrude Durusoy /Ahmet Necdet

7 Ocak 2009 Çarşamba

B.ÇARŞAMBA, 22

İmpression Sunrise-1872,Claude Monet
Kaktüsler durmadan büyür ve durmadan düş
görür insanlar hep varolucaklarmışçasına

Ama yıprandı Uyku'nun iç yanı ve artık o
kımıldayan kara kütlenin ne olduğunu
kolayca seçebilirsin
Birkaç gün öncesine kadar ancak bir iç çekişi
olan
Ve şimdi bir kara yüzyıl.
Odiseas Elitis

4 Ocak 2009 Pazar

ayna


'ayna

bir yaşam öyküsü
yansıyan yüzeyine
yenilgiler ve acıların doğurduğu
öyleyse kırıl
ve de ki zamana
bana yakışmaz
sömürdüğüm kırık yüzlerin
dağılırken tozları rüzgarda
öyle aynaymışım gibi
durmak çöl ortasında
'

adonis